Ana Sayfa Blog Sayfa 839

Yargı 8. Bölüm Fragmanı Yayınlandı Mı? Ceylin Engin’le Yüzleşiyor!

0

Kanal D’nin gözde dizilerinden Yargı, 7. bölümüyle ekrana geldi. Dizinin yayınlanan yeni bölümünde; Ceylin ile Ilgaz’ın evliliği herkesi şaşırtıyor. Yekta, Engin’in o gece kiraladığı arabayı satın almadan Ceylin ile Ilgaz arabayı bulup araştırma yaptırıyor. Arabada İnci’nin kanı bulunuyor. Eren, Engin’i emniyete almak için yola çıkıyor. Ceylin, Engin’le yüzleşiyor.

Pazar Dizileri 2021

Ceylin Engin’le Yüzleşiyor!

Yargı 8. bölüm fragmanı henüz yayınlanmadı. Pars, Ilgaz’ın Ceylin’le soruşturmaya tanıklık etmemek için evlendiğini anlıyor. Ama bir şey ispatlayamıyor. Onların sahte bir evlilik yaptığını herkese yayıyor. Ilgaz, Neva’nın yanına gidip Ceylin’le evlendiğini söylüyor. Neva, onların evlendiğini duyunca büyük bir şok yaşıyor.

YARGI 7. BÖLÜMDE BAŞKA NELER OLDU?

Pars, taksiciyi bulan kişinin Ilgaz’ın hapishanede olan dedesi olduğunu öğrenip onun hakkında araştırma yapmaya başlıyor. Yekta, oğlunun İnci’nin öldüğü gece hastanede olduğunu ispatlayacak sahte deliller ayarlıyor. Ona da harfi harfine nasıl ifade vereceğini uygulamalı olarak ezberletiyor.

Yekta, araba kiralama şirketinde oğlunun o gece kiraladığı arabanın geldiğini öğreniyor ve hemen arabayı satın almak için oraya adam gönderiyor. Ceylin ile Ilgaz’da, arabanın izini buluyor. Abanın satıldığını öğrenen Ceylin, arabayı takip edip arkadan arabaya çarkıyor.

Ilgaz, tutanak için polis çağırıyor. Eren’den hemen arabayı incelemesini istiyor. Arabada İnci’nin kanı bulunuyor. Ceylin, Pars’ın yanına gidip ofiste Engin’e ait bir trafik cezası bulduğunu söyleyip evrakı ona veriyor.

Daha sonra Eren gelip Pars’a, arabanın içinden İnci’nin kanının bulunduğuna dair belgeyi veriyor. Pars, Ilgaz’ın yanına gidip ona hafiyecilik mi oynadığını soruyor. O da aracı süreni şüpheli bulduğunu ve arabayı incelettiğini söylüyor.

Yekta, İnci’nin öldüğü gün otel odasında sevgilisiyle beraber olan Osman’ın otel kayıtlarını sildiriyor. Zümrüt’de o gece onunla olmadığına dair ifade veriyor. Osman’ın evine arama emri çıkıyor. Aramada Yekta’nın yerleştirdiği deliller bulunuyor.

Bu arada Zafer, Çınar’ı silah zoruyla önce İnci’nin mezarına götürüp kızından af dilemesini istiyor. Daha sonra onu bir depoya götürüyor. Zafer’le Çınar, boğuşmaya başlıyor. Silah patlıyor ve Zafer vuruluyor. Hastaneden yeni çıkan Çınar’ın, ameliyat yeri kanadığı için oda orada bir süre baygın kalıyor.

Kendisine gelince eve dönüyor ve babasından kendisini kurtarmasını Zafer’i öldürdüğünü söylüyor. Eren, Engin’i emniyete almak için yola çıkıyor. Ilgaz, Ceylin’e ulaşamayınca onun Engin’in yanına gittiğini anlıyor. Ceylin, Engin’le yüzleşiyor. Onun kardeşini öldürdüğünü bildiğini ima edip şimdi ona ne yapması gerektiğini soruyor.

 Yargı 7. Bölüm 2. Fragmanı Yayında! Ceylin Engin’e Her Şeyi Bildiğini Söyleyecek…

MasterChef 10. Haftasının Elenen Yarışmacısı Kim Oldu?

0

Tv 8’in fenomen yarışma programı MasterChef Türkiye, eleme gecesiyle ekrana geldi. 6 eleme adayı ilk turu geçmek için büyük bir mücadele etti Üç yarışmacı ilk turu başarıyla tamamlayıp yarışmada en az bir hafta daha kalmayı garantiledi. Geriye kalan üç yarışmacı ise son turda Mehmet şefin imza yemeğine en yakın tabağı yapmak için mücadele etti. MasterChef 10. haftasının elenen yarışmacısı kim oldu? Detaylar haberimizde…

MasterChef 10. Hafta 3. Dokunulmazlık Oyununu Hangi Takım Kazandı? 5. Ve 6….

MasterChef 10. Haftasının Elenen Yarışmacısı Kim Oldu?

MasterChef Türkiye 10. haftanın eleme gecesiyle ekrana geldi. Oyunlar başlamadan önce şefler oyuncularla geçen hafta hakkında konuştu. Daha sonra kutular açıldı ve yarışmacılar Haş Haş ürünüyle en yaratıcı yemeklerini yapmaya başladılar.

İLK ELEME TURU!

Yarışmacılar var güçleriyle en iyi yaratıcı yemeği yapmak için mücadele verdi. Verilen sürenin bitiminde şefler, tabakların tadımlarını yaptı. Danilo şef, Hasan’ın yaptığı mükemmel tabak karşısında kaşık fırlattı. Hasan, bu sonuç karşısında çok mutlu oldu ve ilk eleme turunu birinci olarak tamamlamış oldu.

İlk eleme turunun ikinci en başarılı tabağı Burcu’nun tabağı seçildi. Burcu, yaptığı tabakla en az bir hafta daha yarışmada kalmayı garantiledi. Üçüncü en başarılı tabak ise Araz’ın tabağı oldu. Araz’da, yarışmada kalmaya devam ettiği için çok mutlu oldu.

İKİNCİ ELEME TURU!

Geriye Mert, Safanur ve Ateş kaldı. Üç yarışmacıdan Mehmet şefin imza tabağına en yakın tabağı yapmaları istendi. Süre başladı. Verilen süre içinde üç yarışmacı da yemeklerini tamamlayıp şeflerin beğenisine sundu.

Üç yarışmacı arasından Mehmet şefin imza tabağına en yakın ve başarılı tabağı yapan Mert oldu. Mert, elenmekten kurtulduğu için mutlu oldu. Ama geriye kalan iki arkadaşından birinin eleneceği için üzüntü duyduğunu açıkladı. Arkadaşları Mert’i alkışlarla karşıladı.

Safanur, son eleme turunu ikincilikle tamamladı. MasterChef’in 10. haftasının elenen yarışmacısı Ateş oldu. Ateş, eleneceğini duyunca göz yaşlarını tutamadı. Şefler, Ateş’e tek tek sarılıp ona bu yolda başarılar diledi.

Arkadaşlarıyla vedalaşan genç yarışmacı Ateş, üzülerek yarışmadan ayrıldı.

MasterChef 10. Hafta 2. Dokunulmazlık Oyununu Hangi Takım Kazandı? 3. Ve 4….

Son Dakika!…Semra Dinçer’ i Kaybettik Ölüm Nedeni İse Yürek Burktu…

0

‘Kuzey Güney’ adlı dizideki ‘Handan Tekinoğlu’ (Kıvanç Tatlıtuğ’ un annesi)  karakterine can vererek güçlü performansıyla gönüllerde taht kuran Semra Dinçer, hayata veda etti. Usta sanatçı’ nın mücadele ettiği hastalığı yürekleri burktu.  Sanatçı’ nın vefat haberini sanatçı Haluk Levent duyurdu.

Son Dakika!…Semra Dinçer’ i Kaybettik Ölüm Nedeni İse Yürek Burktu…

‘Kavak Yelleri’, ‘Kuzey Güney’, ‘Kaybolan Yıllar’ ve son olarak ‘İstanbullu Gelin’ gibi birden fazla popüler dizide boy gösteren 56 yaşındaki sanatçı Semra Dinçer, bugün yaşama veda etti.

Usta sanatçı, son 2 senedir mücadelesini verdiği akciğer kanserine yenik düştü. Semra Dinçer’ in ani ölüm haberini sanatçı Haluk Levent duyurdu. “Akciğer kanseriydi. 2 yıl öncesinden itibaren Ahbaplar ilgilendi. İsmini vermedik. Sadece S.D olarak yazmıştık. Hayırseverler tarafından 2 kez ev tutuldu sayısız operasyon yaptırıldı. Ama olmadı. Oyuncu Semra Dinçer ablamızı az önce kaybettik. Sevenlerinin başı sağ olsun.”

Semra Dinçer Kimdir?

Açıkhava Rekoru Kıran Yıldız Tilbe Harbiye’ yi Yıktı Geçti…

Şarkıları, tarzı ve samimiyetiyle Türk halkının gönlünde taht kuran sevilen sanatçı Yıldız Tilbe, geçtiğimiz akşam Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’ nda Harbiye sezonunu hayranlarıyla kapattı. Kerki Solfej sonbahar konserleri içeriğinde İstanbullularla olan Yıldız Tilbe, buz gibi hava şartlarına rağmen geçmişten bugüne söylediği en sevilen eserleriyle yürekleri ısıttı. Rekor Kıran Yıldız Tilbe, Harbiye’ yi Yıktı Geçti…

Açıkhava Rekoru Kıran Yıldız Tilbe Harbiye’ yi Yıktı Geçti…

Bu sene Harbiye’ de en çok konser veren kadın sanatçısı olan Yıldız Tilbe, 16 defa açık havada sahneye çıkarak rekorunu kırdı. Konseri başlarken ‘Delikanlım’ eseriyle çıkan ünlü sanatçı, dillerden düşmeyen parçalarını kendisiyle söyleyen hayranlarıyla, kendine has danslarıyla bir kez daha mest etti. İzleyicisine soğuk havaya nasıl dayandıklerini soran şarkıcı, soğuğu hiç sevmediğini ifade edip kulisten montunu istedi. Üç parçası süresinde üzerinden montunu hiç çıkarmayarak eserlerini bu şekilde söyleyen ünlü şarkıcı, üçüncü şarkının sonrasında üzerindeki montunu bir kenara bırakıp sahnesinde  devam etti.

Yıldız Tilbe: “Kalbim Boş”

Kıyafetinin göğüs dekoltesini hiç sevmediğini belirten Yıldız Tilbe: “Aslında hiç bir elbisemin bu kısmını sevemiyorum. Kalbim boş olduğundan mı acaba” Sözleriyle hayranlarından büyük alkış topladı…

Üç Yıldızlı Kombin

Üzerinde renkli payetli bir elbiseyle hayranlarının karşısında hazır olan Yıldız Tilbe: “Bugün hava güzel olur diye askılı mini bir elbiseyle karşınıza çıktım ama hava soğuk olunca altına pantolon giydim” sözleriyle pantolonunu gösterince Harbiye’yi kahkahaya boğan sanatçı: “Baktım pantolonla da olmuyor ben de başka bir elbiseyle mini elbisemi bağlayarak biri enine biri boyuna iki elbiseden bir elbise yaptım Allah’a bin şükür.” diyerek yaratıcı stiliyle alkış tufanı kopardı.
Konserin sonlarına doğru tempoyu artıran Yıldız Tilbe, Harbiye’ye kendisini dinlemeye gelenleri ayağa kaldırarak dans ettirdi. Sezonun son konserinde unutulmaz bir final yapan Yıldız Tilbe, hafızalardan silinmeyecek bir akşama imza attı.

Yıldız Tilbe kimdir?

İşte Yıldız Tilbe’ nin Harbiye Kombini…

Yıldız Tilbe' nin Harbiye Kombini
Yıldız Tilbe’ nin Harbiye Kombini
Yıldız Tilbe' nin Harbiye Kombini
Yıldız Tilbe’ nin Harbiye Kombini

Deniz Seki: “Keyfim Çok Yerinde…”

0

“Sanatın sizi iyileştirmesine izin verin ve konserlere gelin” ifadeleriyle tüm müzikseverlere bir çağrıda bulunan usta şarkıcı Deniz Seki, geçtiğimiz akşam hayranlarının karşısına Antalya ‘da çıktı Deniz Seki; “Keyfim Çok Yerinde…” dedi. İşte Detaylar…

Deniz Gün Sayıyor!…

Deniz Seki: “Keyfim Çok Yerinde…”

Eşsiz sesi kadar sahnede giydiği iddia ötesi kostümleriylede göz dolduran usta şarkıcı ve söz yazarı Deniz Seki, geçtiğimiz akşam Antalya ‘da çıktığı sahnesinde zevkli tarzıyla sosyal medya gündemini bir kez daha yerinden oynattı. Kıyafetinde dekolteyi yine ihmal etmeyen güzel şarkıcı, Antalya konserinden oluşan fotoğrafları da sosyal medya sayfasından yayımladı.

“Sanat Sizi İyileştirsin”

Söz yazarı ve şarkıcı Ayla Çelik ‘ten aldığı yepyeni şarkısı için tüm zamanını stüdyo’ da dolduran Deniz Seki, hayranları için konserlerine hız kesmeden devam ederken “Sanatın sizi iyileştirmesine izin verin ve konserlere gelin” sloganıyla onu izlemeye gelen tüm sevenlerine bir çağrıda bulundu.

“Sevenlerimle Söylemekten Çok Mutluyum”

Konser öncesinde magazin muhabirlerinin yönelttiği soruları yanıtlayan usta şarkıcı Deniz Seki, bir muhabirin “keyfiniz yerinde mi?” şeklindeki sorusuna “Konserlerim çok keyifli geçiyor. Sevenlerimle şarkı söylemekten çok mutluyum. Keyfim çok yerinde…” ifadeleriyle yanıtladı…

Deniz Seki kimdir?

İŞTE DENİZ SEKİ’ NİN SOSYAL MEDYAYI SALLAYAN O KIYAFETİ…

Deniz Seki Dekolte
Deniz Seki Dekolte

 

 

Michelle Pfeiffer: Seksi Rollerden Hiç Zevk Almadım

Michelle Pfeiffer, Barbaros Tapan’la röportaj yaptı. Dünyaca ünlü Hollywood oyuncusundan samimi itiraflar geldi. Michele Pfieffer “Seski rollerden hiç zevk almadım” sözleriyle herkesi şaşırttı. İşte dünyaca ünlü oyuncunun o itirafları;

◊ Nereden bağlanıyorsunuz?
– Santa Monica, Los Angeles’dan.

◊ Hayatta önem verdiğiniz şeylerin başında ne gelir?
– Sabahları kalktığınızda yaptığınız her şeyde bir amacınızın olması önemli. Dünyaya katkıda bulunmak, dünyaya geri vermek önemli. Yaptığım seçimlerle, dünyaya pozitif enerji gönderdiğimi ve dünyaya bir şeyler kattığımı düşünüyorum.

◊ Kötü enerjiden kurtulmak için neler yaparsınız?
– Kötü hislerin çoğu kendimden kaynaklı oluyor. Kendini gerçekten çok zorlayan, her şeyi fazla düşünen ve kafaya takan bir yapım var. Bu benim doğam. İtiraf etmekten nefret ediyorum ama sanırım iyi şeyler değil de her zaman kötü şeyleri düşünen biriyim. Bu yüzden kendimin en büyük düşmanı benim. O yüzden kendime dikkat etmeliyim.

HEP İÇGÜDÜLERİMLE HAREKET EDERİM

◊ Ne yapacağınızı ya da ne yapmamanız gerektiğini söyleyen, kararlarınızı etkileyen, size yön veren başlıca şey nedir?
– İç pusulam… Bana oyunculuk peşinde koşmamı söyledi. Ben Los Angeles’ta büyümedim. Şov dünyasında hiç kimseyi tanımıyordum. Başarılı olabileceğimi düşüneceğim bir işaret yoktu. Sonra bir aile kurmak istedim. Hep evlat edinmek istedim. Daha sonra, daha sonra derken, bir gün beklemekten yorulduğuma karar verdim ve evlat edinme hayalimi gerçekleştirdim. Şirketimi kurup, parfüm markam ‘Henry Rose’u yarattığımda da aynı şekilde içgüdülerimle devam ettim. Aslında eylemlerim, gerçekten cesaret ve saflığın bir birleşimi. Çünkü kendimi neyin içine soktuğumu her zaman bilemiyorum. Ta ki en iyi şekilde öğrenene kadar uğraşıyorum ve sonra geri dönemeyecek kadar ileri gitmiş oluyorum.

◊ Yaş ilerledikçe deneyim artıyor ve daha rahat davranabiliyor insan. Aklınızdan geçenleri daha rahat söylüyor musunuz mesela?
– Sanırım! Muhtemelen fikirlerimi biraz daha fazla söylüyorum. Ama hâlâ çekingen ve söylediklerim konusunda dikkatli bir insanım.

PANDEMİDE İLİŞKİLERİN ÖNEMİNİ ANLADIK

◊ Virüs, pandemi, karantina… Bu süreç size neler öğretti?
– Birçok insan gibi ben de hayatta ne kadar az şeye ihtiyacım olduğunu anladım. Aslında ne kadar az şey istiyormuşum. Hayatın akışında, bir şeylere ihtiyacımız olduğunu düşünmek ya da bir şeyleri arzulama tuzağına kapılmak ne kadar kolay. Günün sonunda aslında hepsinin sadece daha fazla eşya olduğunu anlıyoruz. Sanırım asıl önemli olan uzun yıllar sahip olamadığımız ilişkiler ve insanlarla olan bağlantılarımızdı. Geçen sene bunun gerçekten farkına vardık. Birbirimizi ve sizi arayan insanları gerçekten kollama duygusunu hatırladık.

◊ “Aslında ne kadar az şeye ihtiyacımız olduğunu anladık” dediniz… Pandemi lüks algısını değiştirdi mi sizin için?
– Çoğu insan lüksün ne olduğuna dair basmakalıp fikirlere sahip. Benim için lüks, günümü güzelleştiren harika bir çift bota sahip olmak. İhtiyaçlarım konusunda oldukça basit bir insanım.

◊ Gösteriş öyle bir hal aldı ki, günümüzde para her şey gibi…
– Paranın her şey olmadığını, paraya sahip olduğunuzda söylemek kolay. Fakat gerçekten mücadele eden birine sorarsanız, farklı bir yorum yapabilir.

◊ Parasız kaldığınız ve gerçekten para için mücadele ettiğiniz bir dönem oldu mu?
– Parasız kaldığım bir durumda olmadım ama Los Angeles’a ilk taşındığımda mali durumumu gerçekten kontrol etmek zorunda olduğum bir pozisyondaydım. Sektöre ilk başladığımda kuruşlarımı saymak zorundaydım. Çünkü gerçekten cezbedici bir dünya… Yaptığınız işten büyük bir çek alıyorsunuz. Ama unutulmaması gereken şey şu… Bizim işimizde bir proje yaparsınız, sonrasında size uygun bir rol olmayabilir ve uzun bir süreyi çalışmadan geçirebilirsiniz. Bu yüzden finansal durumunuzu kontrol etmeyi öğrenmeniz gerekir. Ama bu gençken hiç de kolay değil.

SEKSİ ROLLERDEN HİÇ ZEVK ALMADIM

◊ Dinlediğim bir radyo programında George Clooney, Hollywood’da erkek oyuncuların 50 yaşından sonra seksi başrol oynayamadığını söyledi. Bu konuda siz ne düşünü-yorsunuz?
– Yaş konusunu gerçekten anlamıyorum. Sean Connery’nin karşısında oynadım.
Sanırım Sean 60 yaşındaydı, ben 30’lu yaşlarımın başındaydım. Bu durumun gerçekten değiştiğini düşünmüyorum.
Seksi başrollerde oynayamamak benim için sorun değil. Bu rollerden gerçekten hiç zevk aldım mı, emin de değilim! Şimdi benim yaşımdaki kadınlar, 30 yaş üstü kadınlar, 60’lı, hatta 70’li yaşlardaki kadınlar için çok daha fazla fırsat olduğunu düşünüyorum. Belki seksi romantik başroller değil, ama çok daha ilginç roller var artık.

 

Onur Durmaz: Katil Olduğumu Ben Bile Bilmiyordum

Son dönemlerin en beğenilen dizilerinden biri olan “Yargı”nın başarılı oyuncusu Onur Durmaz rolü hakkında konuştu. Onur Durmaz “Katil olduğumu ben bile bilmiyordum” dedi. İşte Durmaz’ın o açıklamaları;

◊ Tiyatroya vakit ayırabiliyor musunuz?
– İyi bir tiyatro izleyicisi olduğumu düşünüyorum. Pandemi öncesi her fırsatta tiyatroya gider, izler, notlarımı ve izleme keyfimi alır dönerdim. Artık ne yazık ki eskisi gibi oyun izleyemiyorum. Çok uzun zamandır bir tiyatro oyununda da rol almadım.

◊ Oyunculukta kurallarınız var mı?
– Hayır, kural sevmem. Ahlaki yapılara saygı duyarım tabii ama daima yeni şeyler denemek, yeni karakterleri düşünüp yeni kimlikler bulmaya çalışmak çok keyifli.

◊ Oynamayı hayal ettiğiniz bir rol var mı?
– Oynadığım her şeyden keyif alıyorum ama fantastik bir karakteri oynamak isterdim. “The Witcher” veya “Yüzüklerin Efendisi” gibi evrenlerde kılıç kuşanmış bir karakter fena olmazdı. Ciddi bir kılıç hayranlığım var. Hatta 6 sene profesyonel eskrim geçmişim ve derecelerim de var. Onun dışında sosyopat bir zekaya sahip karakterler oynamak çok keyifli olurdu veya bir biyografik hikayede gerçekten yaşamış bir insanı canlandırmak.

İZLEYİCİNİN ZEKASINA SAYGI DUYUYOR

◊ “Yargı”nın senaryosunu ilk okuduğunuzda ne hissettiniz?
– “Yargı”nın ilk iki bölümünü sanıyorum 1.5 saatte nefes almadan okudum. Uzun süredir bir senaryoya böyle heyecanlanmamış, gözlerim dolmamıştı. Hatta kendimi bölüm sonlarında “Hadi! Haydaaa!” gibi nidalar atarken buldum. Hâlâ daha yeni senaryo geldiğinde kendimi odaya kapar, hevesle Onur olarak beklediğim bir kitabı okur gibi okur, sonra Engin olarak tekrardan çalışmaya başlarım. Sema Ergenekon’un kaleminin, yaratıcılığının büyük hayranıyım. Bu nedenle projenin başarılı olacağından hiç şüphem yoktu.

◊ Dizinin bu kadar ilgi görmesini, elde ettiği başarıyı neye bağlıyorsunuz?
– Harika bir hikaye, harika bir senaryo, harika bir oyuncu kadrosu, harika yönetmenler ve harika bir ekip. Bunlar bence en büyük faktörler. Bir de başarıyı dizinin temposunun sürekli yüksek olmasına ve yaratıcı ters köşelerine bağlıyorum. Bir izleyici olarak da “Yargı” gibi projelere hasret kalmıştık diyebilirim. “Yargı”, aynı zamanda izleyiciye fikirler ve teoriler üretme şansı veriyor, adeta interaktif bir hikaye sunuyor. Özetle izleyicinin zekasına saygı duyuyor. Ve bu tabii ki karşılıksız kalmıyor.

◊ Engin, derinliği olan bir rol. Siz nasıl tanımlarsınız? Karakterin kendinizle bağdaştırdığınız özellikleri var mı?
– Ah Engin ah! Engin asla kötü olmayı seçmemiş bir karakter. Sadece sevilmek, özellikle babası Yekta ve sevdikleri tarafından takdir görmek, onaylanmak istiyor. Babasının onu sürekli aşağılaması, sevgisizliği, Engin’in özgüvensiz ve daima onaylanmaya ihtiyacı olan bir insana dönüşmesine sebep olmuş. Gerçek duygularını, sıkışmışlığını, saygı isteğini hep içine atıyor, bastırıyor. Ve ne yazık ki hayatı boyunca yaşadığı bu eziklik ve sevgisizlik onda öfke patlamalarına sebep oluyor. Bu patlamalar yüzünden kendinden bir kez daha nefret ediyor. Çünkü bu tarafını insanlara asla göstermek ve kabul etmek istemiyor. Aslında başından beri tek isteği; var olmak. Yekta bir kez olsun Engin’e gururla sarılsa, olaylar çok daha farklı olabilirdi. Yine de bunların hiçbiri Engin’in bir katil olduğu gerçeğini değiştirmeyecek ve onu haklı göstermeyecek. Engin kendini başka bir yerde ve yolda var etti. Karakterin kendimle bağdaştırdığım tek yönü ise ikimizin de kıvırcık saçlı olması. Ve ikimiz de ceket seviyoruz. (Gülüyor)

BEKLEDİĞİMDEN KÖTÜSÜ OLDU: SEYİRCİ ENGİN’E HAK VERDİ!

◊ Dizi yayına girdikten sonra sokakta nasıl tepkiler aldınız? İzleyici Engin’i sevdi mi, yoksa bir nefret oluştu mu?
– Aslında bu konuda çok endişeliydim. Ciddi tepkiler alacağımı biliyordum. Her şeye de hazırlamıştım kendimi. Beklediğimden daha kötü bir durumla karşılaştım. Çoğu kişi Engin’e hak verdi! İnanamadım. Engin, ailevi ve psikolojik problemlerinden dolayı sempati kazanmış olabilir ama sonuçta öyle ya da böyle bir insan öldürdü ve bunun hiçbir şekilde bahanesi olamaz. Onun dışında seyirci Onur Durmaz ile Engin Tilmen ayrımını çok iyi yaptı, bu konuda mutluyum. “Engin’den nefret ettik ama sizi çok seviyoruz” gibi mesajlar geliyor.

◊ Bugüne kadar birçok rolde yer aldınız ama “Yargı” sizin için dönüm noktası oldu diyebilir miyiz?
– Evet, bence gönül rahatlığıyla diyebiliriz ve tam anlamıyla içinde olmaktan büyük keyif aldığım bir proje oldu.

◊ Sosyal medyaya vakit ayırabiliyor musunuz?
– Sosyal medyaya çok uzun zamandır vakit ayıramıyor, aslında bir noktada da anlamıyorum. İş dışında özel hayatımı paylaşmak pek hoşuma gitmiyor. Ama “Yargı”yla beraber şimdilerde eskiye oranla çok daha fazla vakit ayırdığımı söyleyebilirim.

KATİLİN ENGİN OLDUĞUNU BEN DE BİLMİYORDUM

◊ İzleyiciler katilin Engin olduğunu öğrenince çok şaşırdı. Siz başından katili canlandırdığınızı biliyor muydunuz?
– Proje başlamadan önce karakterin ciddi bir dönüşüm yaşayacağına dair ufak bir bilgi almıştım. Fakat ne zaman nasıl ve ne olacağını, hele ki katilin Engin çıkacağını bilmiyordum. Ben de katil olduğumu 5’inci bölümün senaryosu elimize geçtiğinde öğrendim ve bütün ekip bana şakayla karışık tavır aldı. Hâlâ sete gittiğimde “Katil geldi” diyorlar.

◊ En başından Engin’in katil olduğunu bilseydiniz, bu performansınıza yansır mıydı?
– Büyük bir fark olacağını sanmıyorum. Katil olduğumu bilmeden buna benzer bakışlar ekledim. Tabii ki bunda sevgili Ali (Bilgin) ve Beste (Sultan Kasapoğulları) yönetmenlerimin de yönlendirmeleri var. Katil olacağımı hissetmiştim.

GÜLMEDEN OLUR MU HİÇ?

Set dışında neler yaparsınız? Bir yeteneğiniz ya da hobiniz var mı?
– Büyük bir caz tutkunuyum. Hatta hep bir caz müzisyeni olmak istemiştim. Çoğu zaman gitarımla, enstrümanlarımla veya müzik arşivim ve kulaklığımla vakit geçiririm. Çoğu konserde de mutlaka görürüsünüz beni. Bunun yanı sıra Yemek yapmaya bayılırım, iddialıyım da. Ve tabii ki yürümek ben en çok dinlendiren şey. Boş günlerimde doğada yahut sahilde kilometrelerce yürürüm. Tabii yine kulaklıklarımın kulağımda olması şartıyla.

Sizin için hayattaki en değerli şey nedir? Vazgeçemediklerinizi sıralarsanız liste nasıl başlar?
– Gülümsemek, gülümseyebilmek, gülümsetmek. Gülmeden olur mu hiç? Keyif almadan olmaz. Elbette her zaman gülümseyecek durumlar bulamıyoruz kabul ama neden denemeyelim?

“Asla affetmem” dediğiniz bir konu var mı?
– Saygısızlık. Hiç tahammülüm yok, hele ki kendine saygısız olan ve kendini sevmeyen insanlara. Çünkü saygısızlık beraberinde yalanı, özgüvensizliği ve türevi istenmeyen şeyleri getiriyor. Kim gibi derseniz, az önce Engin’den bahsetmiştim sanırım…

Hakan Günday: O Cümleleri Birinin Okuyacağı Aklıma Bile Gelmiyor

Yeraltı edebiyatının usta isimlerinden Hakan Günday “O cümleleri birinin okuyacağı aklıma bile gelmiyor” itirafıyla gündeme oturdu. İşte o itiraflar;

Sana ‘edebiyatın kara çocuğu’ diyorlar. Hikâyelerindeki kadar karanlık bir adam mısın?

2013 yılında ‘Daha’yı yazarken mültecilere çektirilebilecek bütün acıları hayal etmeye çalışmıştım. Bir insan sırf yollarda çaresiz kaldı diye başka insanlar tarafından nasıl istismar edilebilir? Bu istismarın biçimleri nedir? Hepsini de yazdığımı düşünüyordum. Kitap yayımlandı ve üzerinden biraz zaman geçti. Bir gün gazetede bir Haber okudum.

Neydi haber?

Ege’de kaçak bir atölyede can yelekleri üretildiğine dairdi. Ama haber bu kadar değildi. Üretilen o can yelekleri sahteydi. Yani o atölyede, Ege Denizi’ni geçmek durumunda olanlara satılmak üzere, hiçbir işe yaramayan can yelekleri üretiliyordu. Demek ki o atölyeyi kuranlar, nasıl olsa müşteriyi bir daha görmeyecekleri için, “Olur da denize düşerse, su yüzeyinde tutmak yerine belki de aşağıya çekecek bir ürünü satmakta herhangi bir sakınca görmüyorum” diyebilen birileriydi. 3-5 kuruş daha fazla kâr için yapılan bir iş. Ve ‘Daha’yı yazarken böylesi gaddarca bir üçkâğıt benim aklıma gelmemişti.

Bu sende neyi uyandırdı?

Böylece anlamış oldum ki bu fikri bulan insanların içinde yaşadığı gerçeklik, benim hayal etmeye çalıştıklarımdan çok daha karanlık. Hiçbir zaman gerçeğin kendisinden daha şiddetli bir şey yazabilmem de mümkün değil. Hatta bunu denemek bile boşuna. Bunu da o gün öğrenmiş oldum. Onun için karanlık olanın ben olduğumu sanmıyorum. Çünkü daima daha koyu olan bir şey var. O da gerçek hayat.

Bir röportajında “Bozuk insanları yazmayı daha çok seviyorum” demişsin. Neden bozuk olana bir merakın var?

Çünkü yazıyla başka ne yapılır, bilmiyorum. Yıllar içinde gördüğüm şu: Yazı, mükemmel bir düşünme aracı. Bu da demektir ki birtakım soruları, çatışmaları, çelişkileri en azından anlayabilmek için ideal bir araç. Bunu fark ettikten sonra da yolunda giden bir şey yazmak aklıma bile gelmedi. En başta, yazı gibi olağanüstü bir araca haksızlık olacağını düşündüm belki de. Elinde bir alet kutusu var. Onunla çalışan bir makineye gider misin? Doğal olarak, sorunlu düzeneklere yöneleceksin. Ben de refleks olarak o yöne gittim. Neyi anlamıyorsam, neyin karşısında hayrete düşüyorsam onları yazmaya çalıştım.

Kimileri hayatın bozuk taraflarını görmezden gelip sadece düzgün giden yanlarıyla ilgileniyor. Senin gibi hep kusurlu taraflara bakarak yaşamak zor değil mi?

Bilmiyorum, belki de öbürü daha zordur. Çünkü her şeyin yolunda gittiğini düşünürken beklemediği bir anda duvara çarpanın canı daha çok yanıyor olabilir. İnsan, içinde olduğu arabanın bir uçuruma doğru gittiğini, ancak düşünce fark ediyorsa çok daha büyük bir hayal kırıklığına uğruyor olmalı. Ama buna rağmen insanın bir meyli var.

Neye meyli var?

Uyumaya, gözlerini kapatmaya, gaddarlaşmaya, aptallaşmaya bir meyli var. Sorgulamayı bıraktığı an insan bir pelteye dönüşüyor. O noktada her şeyin yolunda olduğunu düşünmek veya hayatın sadece düzgün giden yanlarıyla ilgilenmek doğal bir refleks oluyor. Elbette bunun bir ‘plasebo’ etkisi vardır. Ancak bütün plasebolar gibi bunun da etkisi, bir plasebo olduğunu anlayana dek sürüyor. Yani o duvara çarpana kadar.

İnsan bununla nasıl mücadele eder?

İnsan bu pelteleşme haliyle mücadele etmeye karar verirse, bunun da sürekli bir çaba gerektirdiğini unutmamalı diye düşünüyorum. Çünkü uyanık kalabilme çabası, yerçekimine karşı savaşmak gibi. Bu noktada da bizi uyanık tutmak için yazılmış bütün o kitaplar, Filmler ya da sanat ürünlerinin büyük yardımı olduğunu düşünüyorum. En azından bana var.

Hiç kendini bırakıp derinliği veya hayatta karşılığı olmayan filmler izleyip kitaplar okumaz mısın?

İlham almaya hazırsan, her şeyden alabilirsin. Mesele o an ne okuduğundan öte, hangi gözle okuduğunla da ilgili. Örneğin, bir ‘sabun köpüğü’ (pembe dizi) izlerken yerçekimi hakkında düşünmeye başlayabilirsin. Ama eğer sadece ‘sabun köpüğü’ izliyorsan dünya sana tertemiz görünür. Okuduğum ya da izlediklerimi olabildiğince çeşitlendirmeye çalışıyorum. Her şeyden önce, birbiriyle çelişen hikâyeleri izlemekten ve okumaktan keyif alıyorum. Hikâyelerde bu dünya yokmuş gibi ya da bu dünyadan başka hiçbir şey yokmuş gibi konuşanları dinlemenin ilginç olduğunu düşünüyorum. ‘Zamir’in yaşadığı dünya da böyle bir yer aslında. Herkesin birbirine saldırdığı bir yerde barışı sağlamak istiyorsan, insanın her halini tanımaya çalışmakta fayda var.

O CÜMLELERİ BİRİNİN OKUYACAĞI AKLIMA BİLE GELMİYOR

Romanlarını okurken insanın boğazı düğümleniyor. Okuyucunun canını acıtmaktan keyif mi alıyorsun?

Bir romanı yazarken belli bir süre sonra o metinle öylesine yoğun bir ilişki oluşuyor ki sonrasında o cümleleri birinin okuyacağı aklıma bile gelmiyor. En azından o süreçte böyle oluyor. Dolayısıyla bırak canını acıtmayı, bir okuyucu olabileceğini bile unutuyorum.

Buraya gelmeden önce konuştuğum kişilerden “Dünyada zorlu bir dönemden geçiyoruz. Çok dert var; pandemi, depremler… Bir de böyle bir hikâye okumayı yüreğimiz kaldırır mı?” diyenler oldu…

O zaman, ilk soruna dönelim. Hiçbir kurgunun, gerçekler kadar şiddetli olamayacağını kabul edersek onlara şunu diyebilirsin bence: Eğer akşam haberlerini izleyebiliyorlarsa bu kitabı da rahatlıkla okurlar.

Peki, yazarken kurduğun bir matematik var mı? Şurada biraz daha dram sosu gerekiyor gibi…

Açıkçası, böylesi bir denge arayışında hiç olmadım. Zaten benim yazma biçimimde buna imkân yok. Bence roman, çok uzun bir cümle. Ve ben de kelimelerle ilerleyebiliyorum. Yazdığım her kelime bir sonraki kelimeyi belirliyor. Dolayısıyla o uzun cümlenin iniş ve çıkışlarını belirleyen de yine o kelimeler oluyor. Burada artık herhangi bir hesap yapabilmek mümkün değil. Çünkü elinde kazma ve kürekle bir yol açıp o yolda ilerlemeye çalışmak gibi. Hiç beklemediğin anda sert bir kayaya denk düşebilir ve sayfalarca onu parçalamaya çalışabilirsin. Bir roman yazmanın bence müthiş yönlerinden biri de bu, yazana kadar
ne yazacağını bilmemek.

İNSANIN ETRAFINDAKİ EN KALIN DUVAR, BAŞKA İNSANLAR

‘Zamir’ bize ne anlatıyor?

Herkesin birbirine saldırdığı bir dünyada ve savaşın artık insan kimliğinin bir parçası olduğu bir çağda işi çatışan tarafları barıştırmak olan bir karakterin hikâyesi. 13 yıldır bir barış vakfında çalışıyor. Ve biz bu karakterin içinde yaşadığı bu çatışmalar karşısında kendini çaresiz hissettiği, aslında hiçbir sorunu çözemediğini düşündüğü ve olan bitene dehşet içinde baktığı bir dönemde hayatına giriyoruz.

Zamir bebekken mülteci kampına atılan bir bomba yüzünden yüzünü kaybediyor. Ağlayamıyor, gülemiyor… Neden karakterini mimiksiz biri olarak yazmayı seçtin?

Zamir’in duygularını göstermekten aciz olmasını, hatta duygularını gösterememeye mahkûm olmasını istedim. Her ne kadar bir savaş kurbanı olarak içinde barışa dair olağanüstü bir özlem olsa da, ağlamak veya gülmek gibi en insani yetilerden yoksun olması Zamir’in şiddet karşısında donakalmış ruhunun da bir resmi. İnsanın insana çektirdiği acılar karşısında, donmuş bir yüzü ve donmak üzere olan bir ruhu var. Ve roman da bu noktada başlıyor. Ya Zamir’in ruhu aynı yüzü gibi donup bir taşa dönüşecek ya da bir insan olduğunu hatırlayıp barışın peşinde koşmaya devam edecek. Romanın ilk sorusu bu. Hiçbir ifadenin olmadığı o yüzden bir gün bir gözyaşı düşecek mi?

Bir önceki kitabın gibi bunda da mülteci ve göçmen sorunlarına değiniyorsun. Bunlar senin normalde de çok takıldığın konular mı?

Bir insanın doğduğu yerde yaşayamayacak hale gelmesi, bu dünyanın basit bir özeti. Hatta ekonomik ya da politik mevcut bütün sorunların en vurucu ve gerçek belirtisi. Üstelik bugüne dair bir şey de değil. Göç dediğimiz kitlesel trajedi, insanlık tarihi kadar eski. Dolayısıyla Zamir’in böylesi bir trajedinin içinde kaybolmuş insanlar arasında hayata başlaması, sonrasında yaşayacağı olaylar ve tanık olacaklarına bakış açısını belirlemesi açısından önemliydi. Çünkü hayata bir mülteci kampında başladıysanız, daha ilk nefeste savaşı teneffüs etmişsinizdir. Ve ikinci nefeste barışı beklemeye başlarsınız. Hatta son nefesinize kadar beklemeye devam edersiniz. Sonra da anlaşılır ki barış gelene kadar, dünyanın kendisi bir mülteci kampı. Tel örgülerin hangi tarafında olduğunuzun aslında hiçbir önemi yok. Tam da Zamir’in adının anlamının bize hatırlattığı gibi. Kapalı kalmış olan sadece Zamir değil. Ben, sen, o…

Hiç mülteci kampına gittin mi?

‘Zargana’yı yazdığımda 25 yaşındaydım. Hikâye Berlin’de geçiyordu. Ama o güne kadar hiç Berlin’i görmemiştim. Hatta kitabı yazdıktan yıllar sonra gittim o şehre. Çünkü önceliğim mekânları fiziki olarak tanımlamak hiç olmadı. Dolayısıyla, mülteci kampı da dahil, bugüne kadar yazdığım çoğu yerde hiç bulunmadım. Ben daha çok insanlar arasındaki ilişki ağıyla ilgilendim. Çünkü insanın etrafındaki en kalın duvarların tuğla ya da betondan değil, et ve kemikten inşa edildiğini düşünüyorum. İnsanın etrafındaki en kalın duvar, başka insanlar.

SANAT, HER ŞEYİ BİLDİĞİNİ SANAN İNSANI ŞÜPHE ETTİRİR

Birçok konuya parmak basıyorsun. Sence Edebiyat, sanat bir şeylere çözüm oluşturur mu?

Birtakım sorular sorulmasına sebep olabilir mi? Elbette olabilir. Ama bu süreli bir iştir. Siz soru sormayı bir defa yapıp bırakırsanız ve bunu sadece bir anlık hevesten ibaret görürseniz zaten bunun kalıcı olma ihtimali yok. Bu bir antrenman meselesi. Dolayısıyla tek bir kitapla olacak iş değil. Bunun sonrasında gerçekten bunu istiyor olmanız lazım. En nihayetinde bir denk düşmedir; okurla, onun içinde bulunduğu ruh haliyle o kitabın yan yana gelmesi. O denk düşmeden bir göz açılması ortaya çıkar mı? Çıkar. Ama kısa sürer. Gözünüz açık kalsın istiyorsanız başka kitapları da okumaya devam edeceksiniz. Sonuçta sanat, her şeyi bildiğini sanan insanı şüphe ettirir. O şüphenin peşinden koşup koşmamak da o insana kalmış. Bir çalar saatin alarmından hiçbir farkı yok. O alarm çalar ve uyanırsınız. Ama yataktan kalkıp kalkmamak sizin meselenizdir. Ya o yataktan kalkar ya da alarmı susturup yeniden uykuya dalabilirsiniz. Ta ki o yataktan düşene kadar…

EDEBİYATLA HİÇBİR İLGİM YOKTU

Okul yıllarında edebiyat hocalarının yazılarından dolayı tebrik ettiği çocuklardan değilmişsin sanırım.

Doğrusu, edebiyatla hiçbir ilgim yoktu.

Ama 24 yaşında ilk romanını çıkardın.

Evet. Üstelik sürekli bir okuma halinde de değildim. Sadece birkaç kitapla aram iyiydi. Hâlâ da o açığı kapatmaya çalışıyorum.

Peki, öyle yaşayan bir adamken ‘Kinyas ve Kayra’yı nasıl yazdın?

Belki de bu sorunun yanıtını bulmak için yazmaya devam ediyorum.

Mesleğinin yazarlık olmasına şaşırdığın oldu mu?

Olmaz olur mu? Bugün bile öyle. Sadece bir ara ‘Olabilir mi’ diye başladığım bir işti. 20 sene boyunca sürmüş olması çok ilginç.

Bu işi yapmasan şimdi ne yapıyor olurdun?

Her şey olabilirdi. Çünkü fark etmezdi. Sonuçta, bu hayatta sevdiğin işi yapmıyorsan, dünyanın bütün işleri insana aynı gelir, hepsi bir.

DİLİN SADELEŞMESİ GEREKTİĞİNİ GÖRDÜM

Anlatım dilinde belki de hiç yapmadığım kadar yalın bir üslupta yazarken buldum kendimi. Bunun üzerine de olaylar hızlandıkça ve hikâye karmaşıklaştıkça dilin sadeleşmesi gerektiğini gördüm. Ana karakter Zamir’in hayatında olduğu gibi, cümlelerin art arda eklenerek bir kaydırağa dönüşmesini, böylece ilk kelimeden son kelimeye giderken bir düşüş hissi oluşabileceğini düşündüm. Bu his ne kadar oluştu, bilmiyorum. Ama ayağa kalkacağı o anın gelmesini beklerken sayfalar boyunca düşen bir karakteri anlatmaya çalıştığımı biliyorum.

Edis’ten Çok Konuşulacak Özel Hayat İtirafı

Londra’da doğup iki yaşındayken Türkiye’ye gelen şarkıcı Edis geçtiğimiz gün ‘İbrahim Selim ile Bu Gece’ programının konuğu oldu. Özel hayatıyla ilgili açıklamalarda bulunan ünlü popçu, bilinmeyenlerini ilk kez anlattı. Edis’ten çok konuşulacak özel hayat itirafı geldi. İşte o itiraf;

“Türkiye’de Büyümek Bana Avantaj Sağladı”

Çocukluğu hakkında konuşan Edis şu ifadeleri kullandı;

Çocukluk dönemimde bunu daha çok düşünüyordum. Londra’da büyüseydim daha iyi olur diye bir düşünce vardı o zamanlar kafamda… Ama büyüdükten sonra hayat hikayemin şu anki sürecinden memnun olduğumu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Türkiye’de büyümek bana daha fazla avantaj sağladı diye düşünüyorum.

İstanbul’a çok zor adapte olduğunu itiraf eden Edis Tam manasıyla afalladım. İstanbul benim için hep turistik bir yerdi. Ablamı ya da başka akrabaları ziyaret için gelinen ve gezilen bir olarak kodlamıştım İstanbul’u. İstanbul’da yaşamaya başladığım ilk iki sene sürekli kayboluyordum sokaklarda. Oldukça kozmopolit ve büyük bir şehir İstanbul elbette, sonrasında ben de herkes gibi alıştım İstanbul’a.” dedi.

Edis ‘Arıyorum’ İle Tüm Platformlarda Zirvede…

“Koku Takıntım Var”

“Hiç takıntın var mı?” sorusuna ise şu yanıtı verdi:

Koku takıntım var, çok güzel kokuyu da çok kötü kokuyu da sevmiyorum. Evimde de hava temizleyiciler vardır, çok kokan bir arkadaşım gelirse direkt onun önüne oturturum.

“Konsere Hazırlanmam 45 Dakika Sürüyor”

Konserleri hakkında da konuşan Edis şunları söyledi;

“Konsere hazırlanmam yaklaşık bir 45 dakika sürüyor benim. Meditatif ritüellerim var nefes egzersizleri gibi bir de klasik ses açma sürecim var. Sahnedeki dans kondisyonumun iyi olması için her konser önce mutlaka koşarım.”

Edis’ ten Gece Sürprizi…

“Halk Oyunlarıyla İlgiliydim”

Dansa ilgisinin çocuk yaşlarda başladığını söyleyen ünlü şarkıcı

“Küçüklüğümden beri dans hayatımın içerisinde, hip-hop dans yaptığım kadar halk oyunlarıyla da ilgiliydim okul zamanları… Hatta okulumuzun halk oyunlarıyla ekibiyle baş dansçı olarak Polonya’ya gitmiştim. Anamur, Karadeniz, Antep, Kafkas gibi pek çok yöreyi oynadım halk oyunlarında da. Hatta kas hafızası o kadar yer etmiş ki zaman zaman sahnede bazı figürler yaparken mesela Karadeniz yöresine kaydığımı hissediyorum.” dedi.

Edis’ten Çok Konuşulacak Özel Hayat İtirafı

Bir süredir hayatında biri olmadığı bilinen ünlü popçu İbrahim Selim’in “En son ilişkinden ne öğrendin?” sorusuna ise “En son ilişkim bana bir daha ilişki yaşamamayı öğretti.” yanıtı vererek stüdyoyu güldürse de ünlü popçu bu itirafıyla akıllarda soru işareti de bıraktı.

Edis Görgülü kimdir?

Serenay Sarıkaya: Özlemişim Bu Tempoyu

Bir dönemi boş geçirdikten sonra son aylarda işlerine deli gibi sarılan Serenay Sarıkaya geçtiğimiz gün bir dergi için objektif karşısına geçti. Çekimden sonra kendisine sorulan soruları yanıtlayan Serenay Sarıkaya “Özlemişim bu tempoyu” dedi. İşte detaylar;

Serenay Sarıkaya’ nın Yeni Projesi Belli Oldu. Bu Partnerlik Olay Olacak…

Geçtiğimiz haftalarda Magazin dünyası bomba bir aşk haberiyle uyanmıştı. Çalkantılı aşk hayatıyla kısa bir süredir gündemden düşmeyen Umut Evirgen ve Serenay Sarıkaya’nın yeni bir aşka yelken açtığı söylenmiş hatta güzel oyuncu önceki gün sessizliğini bozup “Sizin de dediğiniz gibi; bunlar iddia… ” demişti… Şimdi ise güzel oyuncu yeni projesiyle gündeme düştü…

Gazeteci Birsen Altuntaş’ın hazırlamış olduğu özel habere göre; Başarılı oyuncu Serenay Sarıkaya, Adanaya geri dönüyor. Yeni projenin yönetmen koltuğunda Umur Turagay oturacak ve Burak Deniz ile Serenay Sarıkaya başrolleri paylaşacak.

Didem Soydan ve Burak Deniz’den Aşk Pozu

Şahmaran İçin İki Yıldız Aynı Sette!…

Netflix’in yepyeni projesi ‘Şahmaran’ adlı dizisinin set çekimleri, Adana, Datça ve Tarsus’ da yapılacağı öğrenilirken ünlü ikili setlere başlamak için Adana’ya gittiler. Çekimlerin kısa sürede tamamlanması bekleniyor.

Serenay Sarıkaya kimdir?

Burak Deniz kimdir?

Serenay Sarıkaya: Özlemişim Bu Tempoyu

Son ayı hem yeni dizisinin çekimleri hem de reklam filmleri çekimleriyle oldukça yoğun geçiren Sarıkaya mesleğini yapmanın kendisini mutlu ettiğini söylüyor.

Harper’s Bazaar dergisi için objektif karşısına geçen Sarıkaya dergideki röportajında “Şu an hayatının nasıl bir dönemindesin?” sorusunu şu sözlerle yanıtladı: “Her an defalarca şükrettiğim, sanırım hayatımın en güzel dönemindeyim. Uzun süre sabırla çalışmayı beklemiştim. Şimdi hem beni çok mutlu eden işbirlikleri, hem de birkaç ay önce başladığımız ‘Şahmaran’ dizisi çekimleri ile hayallerimin ötesinde mutlu ve yoğunum. Özlemişim bu tempoyu”