Ana SayfaÜnlülerCem Özer: "Ben Pişiriyorum, O Yiyor"

İlgili Postlar

Cem Özer: “Ben Pişiriyorum, O Yiyor”

Özel televizyonculuğun ilk talk show programı olan Laf lafı Açıyor ile tam 15 yıl ekranlar da izlenen sunucu aynı zamanda oyuncu olan Cem Özer “Hep iyi yaşayarak olgunlaşamayız. Acılar ve olumsuz olaylar iyi meyve vermesi için insanın gübresidir” dedi. Özel ropörtajın Detayları Haberimizde..

Cem Özer: Haberim Yoktu, Gözlerim Doldu!

Cem Özer: “Ben pişiriyorum, O Yiyor”

-Payitaht Abdülhamid dizisinde güçlü bir karakterle rol alıyorsunuz şimdi. İngiliz devleti adına sefaretlerde rahip ve casus olarak görev yapmış siyonist Hechler’i canlandırıyorsunuz. Amacınız Osmanlı’yı yıkıp Abdülhamid’i tahttan indirip, Mescid-i Aksa’nın altında olduğuna inandığı Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa ederek Filistin’i Yahudilere açıp, orada Yahudi devletinin kurulmasını sağlamak. Fakat karşınızda zeki bir sultan var ve siz aynı zamanda ona hayranlık duyuyor gibisiniz?”

Cem Özer: “Evet, yazarla ve yönetmenle konuştuğumuzda, ikisinin de birbirine karşılıklı hayranlık duyduğu konuşulmuştu. Abdülhamid Han da çok kızıyor tabii neticede bir düşman ama gizli bir hayranlığı var. Çünkü ilk defa ona açıktan düşmanlık eden biriyle karşılaşıyor. Yani sinsi davranmıyor, çat çat yüzüne söylüyor. Dolayısıyla bir bilek güreşindeler. Güzel bir tenis maçı olarak algılıyorum. Gerçi her seferinde Hechler kaybediyor ama!”

Cem Özer Kimdir?

“4. sezonu başarılı ve güçlü kadrosuyla devam eden bir diziye yeni bir karakter olmak nasıl bir duygu? Sizden beklenti de Hechler gibi bir karakter olarak girdiğiniz için yüksek mi oluyor sizce? Bu biraz geren, heyecanlandıran ya da ürküten bir şey midir oyuncu için?
Cem Özer: Bu başka bir challenge (meydan okuma) tabii. Bir kere yürüyen bir kadronun içine giriyorsunuz. Futbolda da benzer bir durum yaşanıyordur. Mesela sezon ortası transfer yapıyorsunuz, biri geliyor ama takım arkadaşlığını kurmuş. Orada artık herkes eş-dost. Siz zaten ekipteki herkesin ismini öğrenene kadar 2 ay geçiyor. Ben bir de zor isim öğrenen biriyim. 50 kişi falan çalışıyor. Hepsi çayı nasıl içiyor, detayına kadar birbirini biliyorlar. Çünkü 4 yıldır ailenizden, eşinizden, dostunuzdan çok, o insanlarla bir arada oluyorsunuz.”

“Allahtan çok keyifli ve çok huzurlu bir set. Açıkça söyleyeyim ki, pek çok sette bulundum. Bugüne kadar bulunduğum en huzurlu set. Herkes belirli bir seviyede, kendiyle barışık, gayet huzurlu ve keyifli. Tahsin Paşa’yı oynayan Bahadır’la (Yenişehirlioğlu) diğerlerinden bir adım daha fazla yakınlaştım. Mizah yönü çok yüksek bir insan. Abdülhamid Han’ı oynayan Bülent İnal da öyle. O da baktığında çok muzip. Benim sevdiğim tarz bir muzip üstelik de. ‘Bakın ben espri yapıyorum.’ diye komiklik yapmıyor. Öyle komiklik yapanlar da var ben onlara gülmem pek, maskaralık yapanlara. Bülent, çok gizli, üstü örtülü, pat diye, buz gibi lafı söylüyor. Ben o tip mizahı çok severim. Bahadır, çok şen, enerjisi çok yüksek. Geldiği zaman yayıyor enerjiyi etrafa. Öyle insanları da çok severim. Direkt, doğru, yüzüne karşı hislerini söyleyen bir insan. Onlarla daha bir yakınlaştık tabii.”

-Bu ilişkiler de sizi rahatlatmış anladığım kadarıyla?
Cem Özer: “Evet rahatlattı. Yönetmeni de çok sevdim. Çok zeki bir adam. Her iki ekibin yönetmeni de öyle. Birinci ekip de ikinci ekip de. Set arkası, kamera arkası, yardımcı yönetmenler falan, bakınca gerçekten aksayan bir dişli yok. Çünkü bir makinede en küçük dişli aksarsa o makine zaten yürümez. Bozuk düzen içinde, doğru çark olamazsın. Benim bozuk düzen içindeki doğru çark olmakla ilgili sıkıntılar çektiğim olmuştu. Ben bu karakterde başta zorlandım, çünkü karakteri çalışmak için çok zamanım yoktu. Zaman içinde oturdu ve kendini belli etti karakter. Kendi sefaretinde, kendi güvenli sularında daha çok inişleri çıkışları olabiliyor. Pikleri var, yani manik depresif bir hal alabiliyor. Abdülhamid’in karşısında ise gayet soğukkanlı gayet poker face (ifadesiz-nötr surat) dediğimiz, asla ne duygularını ne üzüntüsünü ne sevincini belli etmeyen bir karakter olarak çizdim. Ama yeri geldiğinde çok sinirlenebilen, çok öfkelenebilen, çok acımasız… İki kere adam öldürdüğünü gördük, gözünü kırpmadan. Birinde çekti silahını vurdu, öbüründe boğazını kesiverdi, bitti, gitti. Bu kadar da acımasız, idealleri doğrultusunda.”

-Bu karakterden anladığım kadarıyla keyif alıyorsunuz?
Cem Özer: “Bakın şöyle bir laf vardır. Eğer filmin ya da dizinin kötü karakteri iyi oynuyorsa, o iş iyidir. Çünkü hikayeyi kötü karakter çıkartır. Bir yerden bir yere gitmenin hikayesi olmaz. Ben size desem ki, ‘Hadi Bodrum’da buluşalım’. Gittik Bodrum’da buluştuk. Nasıl geldin? Vallahi yolda hiçbir şey olmadı, arabaya atladık, geldik. Hikaye bitti. Ama eğer, yolda atıyorum kötü bir adam karşına çıktı, seni soydu, arabanı gasp etti, arabanın tekerleği patladı, benzinciye girdin, benzinci soyuldu gibi şeyler olursa, hikaye oluşur. Yani hikayeyi esasında negatifler oluşturur. Dolayısıyla içten içe hepimizin içinde yatıp da o baskıladığımız kötü adamları sembolize ettiği için, iyi oynanırsa kötü adamları severiz. Yıllarca Erol Taş’ı sevdik. Çünkü o bizim insana, o kötü tarafa hitap etti.”

“Ben oyunculuğa biraz da şelale diye bakarım. Bırak bir aksın bakalım, derim. Yani aklını sette çok kullanma, aklınla değil beyninin sol tarafıyla oyna. Eğitimimiz bize öncesinde lazım. Sonra kamera önüne ya da sahneye çıktığımızda eğitim lazım değil. Orada tam tersi eğitimi bir kenara bırakacağız. Eğitilmiş oyuncular olarak oynamayacağız. Orada içgüdüsel oynayacağız, atacağız ve şaşırtıcı olacağız. İçimden geldi mesela, senarist Uğur (Uzunok), şöyle bir şey yazmıştı: Hechler dolmuş kafayla gelir. Katalize olmuş… Abdülhamid ‘’Siz kaybettiniz bay Hechler.’ diyor. Abdülhamid’in ‘Siz kaybettiniz bay Hechler’ sözü çok koymuş. Ben orada bir yere bakmak yerine tribe girerek bu sözü tekrarlayarak ‘Siz kaybettiniz Bay Hechler’ şeklinde oynadım. Yönetmenin hoşuna gitti, öyle oynadık. Sosyal medyada dillere pelesenk oldu, ‘Tekrar söyler misiniz?’ diye mesajlar geldi. İnsanların hoşuna gidiyor. Önemli olan negatif kahramanı sevdirmek. Yoksa kahraman zaten seviliyor. Kahraman, adı üzerinde.”

-Peki siz Cem Özer olarak negatif bir durum yaşadınız. İstasyon film çekimi sırasında ayağınızı kırdınız ve sonrasında oksijen tedavisi gördünüz galiba. Bir hava embolisi durumuydu ve bu yüzden yoğun bakıma alındınız. İçsel ve duygusal olarak o dönemi, öncesini ve sonrasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cem Özer: “Evet, hiperbarik oksijen tedavisiydi. Vallahi güzel bir filmdi. Karakteri çok da sevmiştim. Güzel de gidiyordu her şey. Sonra bir çukura düşmem gerekiyordu. O çukurun şartlarını hazırlamadılar. Ben de gazla çalışan tüplü bir oyuncuyum. Gazı yiyince o çukurdan içeriye atladık. Düştüğüm yer değil karşı duvarına çarptım. Ayağımı, bileğimi kırdım. Oraya kadar sorun yok. Bir an önce sete dönmek istiyorum. Zaten Sinan’dan da baskı geliyor ‘Hadi set bekliyor.’ diye. Ondan sonrasını çekeceğimiz için koltuk değneğiyle, alçılı oynayabilirdim. Doktorum, sevgili Azmi Hamzaoğlu, ‘Cem’ciğim, ben seni böyle gönderemem. Burası açık yara. Gittiğin yer nasıl, bilemiyorum ama enfeksiyon olur, Allah korusun. Şu yarayı kapatalım öyle git.’ dedi. Çünkü kemik dışarı çıkmıştı. Şeker hastalarının yaralarının kapanmasını hızlandırmak için hiperbarik oksijen tedavisi yapılıyor. Oraya girdim. Ciğerimde bül varmış, ben bilmiyordum. O patlayınca, akciğerden beyine bir hava kabarcığı kaçtı ve 1 hafta yoğun bakımda kaldım. Bir hafta kadar öldüm ben. Beni soğuttular, eksi 35 dereceye düşürdüler.”

 

-Uyandıktan sonra ne hissettiniz?
Cem Özer: “Uyandıktan sonra yeni bir şans olduğunu hissettim. Ertelediğim bir sürü şeyi yapmakla birlikte yeni bir enerji geldi.”

-Peki, “ikinci şansım” dediğiniz bu devrede neler yapmak istiyorsunuz?
Cem Özer: “Yapmak istediğim bir tane çok önemli bir film ya da dizi var. Onu mutlaka yapacağım. Çok iddialıyım o konuda. Türkiye’nin, yabancı film dalında Oscar alacak bir hikaye. Bundan adım gibi eminim. Yani bu bir hayal falan değil, gerektiği şekilde 150-200 milyon dolarla yapılırsa eğer. Bu Netflix’e dizi olabilir.”

-Çok kısa hikayesini anlatabilir misiniz?
Cem Özer: “Yok anlatamam. Yani hemen anında çalarlar. O yüzden yapmak isteyen olursa buyursun. Hikaye benim değil zaten. Bu tarihi bir roman. Ama çok iddialı.”

-Senaryolaştırıyor musunuz?
Cem Özer: “Hayır henüz senaryolaştırmadım. Ama zaten senaryo gibi yazılmış bir roman. Ama bunun dediğim kadar iddialı olabilmesi için Robert McKee ile falan çalışmak gerekiyor senaryo aşamasında. Mutlaka, ciddi, iyi bir Amerikalı yönetmen olması gerekiyor. Çünkü bir sebebi var. Bu çok yapmak istediğim bir şey.”

-Yapımcı olarak mı yapmak istiyorsunuz yoksa oyuncu olarak mı yer almak istiyorsunuz?
Cem Özer: “Yok. Oyunculuk için de denk gelirse zaten çok fazla karakter var. Yani yapım koordinatörü olmak istiyorum. Para koyan yapımcı değil, işi ortaya koyan, çıkartan yapımcı olmak istiyorum.”

-Yürütücü yapımcı mı?
Cem Özer: “Evet, yönetici yapımcı diyelim. Yönetici yapımcı olmak istiyorum. Öbür taraftan film çekmek istiyorum. Sinemada kamera arkasına geçmek istiyorum. Bir de Pir Sultan Abdal’ı rock opera yapmak istiyorum.”Öyle mi?Cem Özer: “Evet, oynadığım zamandan beri öyle hayal ettim onu. Böyle hayallerim var. Gittiğim, gezdiğim her yere karımla bir kere daha gitmek istiyorum. Ona göstermek istiyorum oraları, orada yaşadıklarımı. Çünkü onsuz gitmiştim. Şimdi onunla yaşamak istiyorum oradaki anılarımı. Bak burada bunu yaşamıştım diyerek ona yaşatmak istiyorum. Sonra onunla gitmemiz gereken yerler var.”

-İşletmecilik yapıyorsunuz değil mi aynı zamanda?
Cem Özer: “Evet iyi geliyor orası bana. Turizm sektörüne bir şeyler yapıyoruz arkadaşlarla. Devre tatil sistemli. Böyle gidiyor.”
“Bu hastalık süreci uzun sürerse nasıl bir zaman değerlendirmesi planınız var?Cem Özer: “Ben çok öyle umulduğu ya da korkulduğu kadar uzun süreceğini düşünmüyorum. Bunun aslında gösterildiği kadar da korkunç bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü baktığım zaman ben çok zeki ya da bilgili bir adam da değilim. Ben mantığı sağlam bir adamım. O mantıkla, Dünya Sağlık Örgütü kayıtlarına baktım. Geçen sene dünyada gribe yakalanan, kayıt altına insan sayısı 300 milyon, gripten ölen insan sayısı 300 bin. Tespit edilen yani bilemiyoruz daha fazlası da olabilir. Soğuk algınlığından ölen insan sayısı 60 bin dünyada. Biz neden korkuyoruz? Bence burada başka bir şey var, bunu görmek lazım. Yani galiba dünyanın biraz soğuması gerekiyordu.”

 

“Bir uçağın bir saatlik uçuşta havaya saldığı karbondioksit kaç ton? Yani 2 ay uçakları, otomobilleri durdursak yeter. Biz insanlara hadi evinize girin, buradan buraya gitmek yasak diyemeyiz demokrasinin olduğu ülkelerde. Bir şey olması gerek diye düşünüyorum. Benim komplo teorim, herkesin bir komplo teorisi var. Nasıl bu kadar yayıldı yahu? Bu virüs çok çabuk ulaşan çok öldürücü bir virüs değil. Sizin mutlaka altta kronik bir hastalığınızın yatması gerekiyor. Yaşla alakalı değil. Gençler de ölüyor. Öldürücü değil, çok çabuk yayılıyor. Çok çabuk bulaşıyor. Çok çabuk bulaşan bir virüs zaten kendisi yaşayabilmesi için öldürücülükten vazgeçmek üzere mutasyona uğraması gerekir. Zaten ultraviyole, ısı yükseldiğinde onu etrafında çok minik bir yağ koruyor, canlı değil çünkü. Bir Ribonükleik asit, protein molekülü. O yağ eridiğinde yok oluyor zaten. Dolayısıyla sıcaklar arttığında havada asılı kalamayacak çünkü o yağ eriyecek. Ultraviyole de zaten bir sterilizasyon sebebidir. Eğer izolasyona dikkat edersek 3 hafta içinde yavaş yavaş rahatlayacağımızı ve hazirana da rahat gireceğimizi düşünüyorum. Planlarımı böyle yapıyorum.”

-Geçmişe dönseniz hayatınızda neler değiştirmek istersiniz?Cem Özer: “Evliliklerimden bir tanesini yapmazdım.”Bu kadar mı?

Cem Özer: “Bu kadar.”

-Son olarak neler söylemek istersiniz? Bir mesajınız var mı sevenlerinize?
Cem Özer: “Neleri değiştirmek istersin, dediniz. Ben memnunum. Yaşadığım kötü olaydan da iyi olaydan da memnunum. Neticede bunların külliyesiyiz. Hep iyi yaşayarak olgunlaşamayız. Acılar ve olumsuz olaylar iyi meyve vermesi için insanın gübresidir. Bundan faydalanmayı bilmek lazım. Başında dedim ya, travmalarımızı bilip onları yönetmek lazım. Onları bir mazeret, bahane haline getirmeyeceksiniz. Travmalarınızı bir bahane olarak kullanırsanız uyuşturucuya da, kumara da, alkole de, her türlü musibete müptela olabilirsiniz. Travma yaşamamış bir insan var mı post modern dünyada? Hangimiz yaşamadık? Röportajı değişik yapsak ben size sorsam çocukluğunuzdan kim bilir ne travmalar çıkacak?”

 

-Olmaz mı? Tabii ki. Yetişkinlik yıllarımıza taşıdığımız bir sürü travmalarımız var hepimizin…
Cem Özer: “Tabii, öğretmenimizden başlar. Bir kere en azından saçınızı çekmiştir sizi kıskanıp, okula geldiğinizde, ‘Bu saçın hali ne?’ diye. Genç kızların en çok yaşadığı şeydir. O yüzden bunlarda serzeniş yapmamak lazım. Ben hep bardağın şu kadarı dolu olsun, bana yeter diye bakarım. O bardak dolu benim için. O bardakta su var, ben o suyu görürüm. Boş tarafı beni ilgilendirmiyor. Çok lazımsa üstünü doldururuz. O yüzden bu panik ve korku yaratıcıları, bu olumsuz, kötü şeylerin yaratıcılarını çok fazla umursamamak lazım. Rahmetli Çetin Altan’ın dediği gibi ‘Enseyi karartmayın.’ Hayat her şeye rağmen güzel. Güzel tarafını bulun. Bu sizin elinizde. Eğer içinizde mutluluk yoksa, mutluluğu siz üretemiyorsanız nereye giderseniz gidin, mutluluğu ve huzuru bulamazsınız.”

“Hani diyorlar ya, ‘Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.’ Hayır, eminim her şey eskisi gibi olacak. İnsanlar yine umursamadan yaşayacak, gene sevgiyi ezecek, sevginin üzerinden geçecek, gene birbiriyle didişecek, gene maddi hırsların peşine düşecek. O yüzden bunu değiştirmek için illa bir salgın, felaket olması gerekmiyor. Kendi içinize dönüp baktığınızda neden, nasıl beslendiğinize, neyin sizi mutlu ettiğine dönüp bir bakın. Başkalarını mutlu edip mutlu olmak işin en kolay yolu. Bir hayvan sevin. Bir kedi, köpek sevin, çimene basın, çiçek besleyin, sulayın. Onun her gün filiz açmasını takip edin. Kitap okuyun. Böyle de yaşlı amcalar gibi oldum ama.”

– Ben de tam onu söyleyecektim. 60 yaşında mıydınız?

Cem Özer: “Evet. İlber Ortaylı’nın dediği gibi ‘Gezin, gezin. Evlenenler, önce mobilyayı düşünmeyin. Önce dünyayı görün. En az 5 tane büyük, önemli şehri görün. Barselona’yı, Floransa’yı, Paris’i görün. Türkiye’yi gezin, doğuyu görün, Adıyaman’a gidin, Nemrut Dağı’na çıkın, Göreme’ye gidin. Ruhunuzu, dünyanızı büyütün.”

-Güzel mesajlarınızla konuğumuz oldunuz, teşekkür ederiz.
Cem Özer: “Ben teşekkür ederim size ve yayındaki tüm arkadaşlarınıza.”

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Son Haberler